186
            
            
              Gençliğimde bir emperyalizm ruhlu materyalistle Kur’an-ı Kerim hak-
            
            
              kında cedelleştik. Kur’an çöl kanunudur. 19. asrın meselelerine çözüm ge-
            
            
              tiremez; karanlık kanunlarıyla ileriye değil geriye götürür, diyerek hayli
            
            
              ham hayaller kurdu; durduğu yerde tuz kavurdu.
            
            
              Sordum: “Kur’an dilini biliyor musun?”, “Hayır” dedi. Kuran dilini
            
            
              bilen, Arap edebiyatına muttali, hayatını İslami bilimlere vakfeden olgun
            
            
              insanlardan Kur’an-ı Kerim’e itiraz ettiklerini hiç görmüş müsün? “Hayır”
            
            
              dedi. Dilimizi, bilmediğimiz bir kitaba (mesela İngilizce) uzatıp, itiraz et-
            
            
              meye hakkımız var mıdır? “Hayır” dedi.
            
            
              Öyle ise senin bu konuşman münazara orada dursun, mücadele de de-
            
            
              ğil, belki mükabere veya hezeyandır. Sen ki Kur’an-ı Kerim’in yazısını
            
            
              okumuyorsun, dilini bilmiyorsun, engin manalarını anlamıyorsun, uzak
            
            
              işaretlerini görmüyorsun. Hikmete mebni hükümlerini tanımıyorsun ve
            
            
              kıssalarındaki hisseyi kapamıyorsun. Bu tür konuşmaya ne hakkın var.
            
            
              Taşı çiğner gibi susmaya mecbur kaldı. Yenmeye gelen, yenilgiye uğra-
            
            
              yınca pis pis geldiği yoldan geri gitti.
            
            
              Tasavvufta, özel olarak Muhyiddin-i Arabî’nin eserlerinde, İmam-ı
            
            
              Şarani’nin Tabakat-ı Kübra’sında ve Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin Mes-
            
            
              nevisinde çok düşük misaller, şeriat-ı ğarraya ve İslam düşüncesine ters
            
            
              düşen mefkûreler mevcuttur, derler.
            
            
              Bu olgun insanların hikmet amiz kelamlarına itiraz eden, ya kelamı
            
            
              anlamamış veyahut anlamış, kelamın muradını bilmemiş veyahut bilmiş
            
            
              amma kelam meşrebine ve mezakına uymamış. Yoksa kelamın sıhhatinde
            
            
              ve sağlığında şüphe yoktur. Çünkü temiz kaynaktan çıkmıştır.
            
            
              Yarasanın gündüz görmemesi güneşe leke olur mu? Görüyoruz ki, safra
            
            
              hastalığına yakalanmış; balı ağzına alınca acı olarak duyar. Bu acılık bal
            
            
              tadının bozukluğundan değil de, hastanın tatma duygusunun bozukluğun-
            
            
              dandır. Safravi ilk etapta hastalığından tedavi olunmalı daha sonra balın
            
            
              tadı nasıl olduğuna dair hüküm etmelidir. Çünkü safra hastalığı kendisinde
            
            
              olduğu müddetçe yalnız balı değil her şeyi kendisine acı gösterir.
            
            
              Şaşın bir şahsı iki olarak görmesi birisi aşağıda diğeri yukarıda veyahut
            
            
              biri yakın diğeri uzak o şahsın niteliğinden veyahut niceliğinden değildir.
            
            
              Belki şaş gözün dengesinin bozulmasındandır. Şaş mademki şaştır, yalnız
            
            
              bu şahsı değil her bir olanı iki olarak görür.
            
            
              KÜLLİYAT-I SUĞRA